Röportaj: Ahmet Çınar
soL Portal, 20 Şubat 2017
Edebiyat çürür mü, çürüyen edebiyat çürütür mü?
Hem çürüyen, hem çürüten bir edebiyat ne anlama gelir, ne demektir?
Geçtiğimiz günlerde soL’da Nâzım Hikmet Kültür Merkezlerinin düzenleyeceği “Edebiyat Günleri” etkinliklerini duyurmuş, genel başlığının da “Çürüme edebiyatının anatomisi” olduğunu yazmıştık. İlki İzmir Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde 23-26 Şubat tarihleri arasında 4 gün 9 oturum olarak gerçekleşecek etkinlikler dizisi, Mart ayı içerisinde İstanbul ve Adana’da devam edecek. Nisan’da da Ankara ve Çanakkale’de sürecek…
Nâzım Hikmet Kültür Merkezinin kültür, sanat, edebiyat alanına müdahalesi anlamına da gelen bu etkinlikler dizisinin nedenini, niçinini, amacını Türkiye Komünist Partisi Kültür Sanat Bürosu’ndan Asaf Güven Aksel’le konuştuk…
Nâzım Hikmet Kültür Merkezleri, Şubat’ın son günlerinden başlayarak Mart ve Nisan aylarına dek yayılacak bir dizi yeni etkinliğe başlıyor. İzmir’deki NHKM’de başlanacak, İstanbul, Adana ve Ankara’daki NHKM’lerde de sürecek bir etkinlikler dizisi… Başlık, edebiyata dair, ama çok alışık olmadığımız bir başlık: Çürüme Edebiyatının Anatomisi… Aynı zamanda bir tez de barındırdığı anlaşılan etkinliklerde, bir çürüme edebiyatından, edebiyatın çürümesinden ve çürütmesinden söz açan hayli iddialı ve kapsamlı bir alana yelken açılıyor besbelli… Bir yerden başlamak gerekirse, nerden çıktı bu çürüme edebiyatı? Neden böyle bir etkinlikler dizisi?
“Çürüme edebiyatı”nı durduk yere biz çıkarmadık, Türkiye’nin çözülme sürecinden nesnel bir olgu olarak çıktı.
Kabaca ve kısaca bir çerçeve çizmek istersek, bağımsızlık mücadelesinden Cumhuriyet’le çıkan Türkiye, Sovyetler Birliği’nin her alanda verdiği desteğin ve sunduğu model örneğinin de etkisiyle, 1930’lara kadar karakterini oluşturan ilerici, aydınlanmacı ve halkçı barutunu, sınıfsal karakteri nedeniyle kaçınılmaz olarak tüketmeye yüz tuttuğu bir süreçten sonra, yaşadığımız günü hazırlayan bir doğrultuda rotasını çizdi.
Özellikle 50’lerden sonra, daha başlangıçta cephesini sola, emekçilere ve bunun uzantısı olarak aydınlanmaya, halkçılığa karşı oluşturmanın bedelini, emperyalizmin ve sermayenin, bunların payandası olarak da gericiliğin, Cumhuriyet’in ve kuruluş döneminin rövanşını alma hamleleriyle ödedi, ödüyor.
Son 15 yıl, özellikle 24 Ocak’la, 12 Eylül’le ivmelenen yıkım sürecinin nihayete erdirildiğinin ilanı oldu. 1919’un, 1923’ün tarihsel koşullarında bir ilerlemeyi temsil eden toplumsal dinamikler, sosyalistler ve emekçi sınıf dışında, bu sürecin paydaşı ya da yönlendiricisi oldular.
İşte biz buna Türkiye’nin çözülüş süreci diyoruz ki, buna bir çürümenin eşlik etmesi doğaldır.
Bunun edebiyatla bağını kurmak istersek, altyapının belirleyici olduğu üstyapı ya da toplumsal-kültürel üstyapı arasındaki bağıntıda, görece özerkliğini en fazla koruyan ve altyapıya etki etme gücünü elinde bulunduran bir olgudan söz etmeliyiz. Aydınların ve sanatın işlevinden söz etmeliyiz. Konu gereği de edebiyatın sosyolojiye ve siyasete ideolojik etkisinden söz etmeliyiz.
Türkiye’nin bütün tarihsel ilerleme kazanımlarını savunma ve ileriye taşıma noktasından, burjuva Cumhuriyet’in temelini emekçi sınıf iktidarı yönünde değiştirmeye kadar, ilerici, devrimci, sol mirasın sahiplerinin, aynı zamanda edebiyatın bir sanat disiplini olarak en yetkin örneklerini verenler olmaları, tesadüf değildi. Gerileme ve çözülme sürecine karşı koyanların ve mevzileri koruma uğraşını verenlerin onlar olması da öyle.
Bugün, büyük yazarlarımızı, şairlerimizi dönüp o dönemlerden aramak durumundaysak ve güncel örneklere çok daha az yer verebiliyorsak, görünür kılamıyorsak, etkilerini çoğaltamıyorsak, çözülüş ve çürüme, bu alanı da kuşatmaya aldığı içindir.
Edebiyat, söz konusu değerlerin sahiplenicileri eliyle doruklara taşınır ve aynı zamanda bir toplumsal değişim dinamiği olarak siyasal misyon üstlenirken, var olanı kabullenmeme doğrultusunda, daha ileriyi arama ve zorlama noktasında öncü rol oynuyordu. Bugün Türkiye’nin kültürel birikiminden bu rolün sahiplerini, eserlerini çıkarın, geriye çoraklık kalıyor.
Bugün bu çoraklığı yaşıyoruz. Kuşkusuz, belki o dönemlerle kıyaslanamayacak kadar çeşitlilik gösteren bir edebiyat dünyasında çoraklıktan söz etmemiz, aydına, sanatçıya, edebiyata bir işlev yüklediğimizdendir. Sadece bir siyasal duruş açısından da değil üstelik, edebiyat disiplininin gereklerini yerine getirebilme yeteneği açısından da çoraklık. Çünkü, daha önce söylediğimiz gibi, hayata karşı duruşunuzla yaratıcılığınız arasındaki bağ, doğrusaldır.
Bugünün manzarası, çözülme sürecinin sonuçlarını kabullenme, içine sindiremesen bile bunu bir kenara çekilerek gösterme halidir. Kurulu düzenle mücadele yerine, yenilginin hazza dönüştürülmesi işlevidir. Mâziye sığınmadır, başkaları “kahpe felek” dese küçümseyecek entelektüel donanımın, bir belirsize aynı oranda kahırlanmakta kullanılmasıdır. Temas edemediğin bir karşıta, uzaktan tükürme ya da küfür etme yoluyla “direnme”dir.
Burada, kullandığımız ifadeler açısından, bir noktaya önemle dikkat çekmek gerekirse, o da, bu etkinlikleri düzenlerken, manifestomuzda da belirtildiği üzere, iktidarla doğrudan bağlantılı olarak parlatılan, şişirilen isimlerin ilgi alanımızda olmadığıdır. Gerek yapıtları gerek kimlikleri itibariyle, üzerinde durulmayı bile gerektirmeyecek bu kalemlerle hesabımız ayrı bir düzlemdedir.
Bizim bu etkinliklerde sorguya açtığımız yapıt ve kişilikler, hayata bakışları itibariyle yansıttıklarının deşifre edilmesini gerekli gördüklerimizdir. Doğrudan sistem sahiplenicileri ayan beyandır ve kaderleri iktidarla ortak çizilmiştir.
Böylesi bir çözülme ve çürüme ortamında, bundan pay alışların örtüsünü kaldırmaya kararlıyız. Bu, o örtünün altındakileri de değiştirme arzusudur aynı zamanda.
Düzenle, küstüm tavrıyla, kalay basma çalımıyla mücadele edilemeyeceğini, küçük adacıklara çekilerek günahlardan arınılamayacağını, “insanî ve vicdanî” duyarlılıkların yetinmeciliğine teslim olunamayacağını, bizim çok daha farklı şeylere ihtiyacımız olduğunu göstermek istiyoruz. Zihinsel ve ideolojik buğulanmayı dışarıdan hava girmesiyle açmak istiyoruz.
Ne derviş duruşu, ne kendine ağlama. Ne büyük lafların gölgesi, ne ezilmişlik paylaşımı.
Edebiyat, yazarıyla, yapıtıyla, bir büyük gücün parçası olmalı, bu düzen, bu dünya değişir deme işlevini hatırlamalıdır.
İşte bunları açık açık, genişçe ele alacağız bütün oturumlarımız boyunca…
Türkiye sıcak günler yaşıyor… Kısa bir süre sonra bir referandum var. Ülkenin rejimi fiili olarak değişti, şimdi bunun yasal zeminini hazırlamaya çalışıyorlar. Hayli hareketli günler… Bu harala gürele içerisinde, bu telaş ve koşuşturma içerisinde, neden böyle bir etkinlik? Bu panellerde konuşulup tartışılacak meseleler ülkenin siyasal, güncel, aktüel gündemine bağlanacak mı?
Bu etkinlikler, “ülkenin siyasal, güncel, aktüel gündemi”ne müdahalenin yollarından biridir zaten, öyle olmasa gündemimize gelmezdi. Belki de asıl üzerine yoğunlaşılması gereken nokta burası. Evet, bizi bekleyen bir referandum var bunun öneminden kimsenin kuşkusu yok. Evet, bu referandum, ifade ettiğiniz fiili düzenin kurumsallaşması adına yapılacak.
İlk bakışta görülen tabloda, “evet”çilerin şiddeti ile “hayır”cıların direnci arasında bir ülke görünüyor. Biz ise bu tabloya başka bir açıdan bakmayı öneriyoruz. Biz bu tabloda sadece diktatörlüğe direnen bir ülke değil, kendi geleceğini de arayan bir ülke görüyoruz. Biz bir diktatör ile sermaye sistemi arasındaki bağlantının, emekçi sınıf açısından benzer sonuçlar verecek değişimlere uğraması olasılığını da kavrıyoruz.
Referandum, sonucu ne olursa olsun, ülkenin kaderinin, geleceğinin nasıl ve ne yönde tayin edileceği mücadelesinde önemli bir uğrak şu anda. Ama bir uğrak. Nihaî hesaplaşmamız, bunun çok ötesinde. Ve geleceğini arayan, geleceğini kazanmak için sermaye sisteminin bütününe karşı mücadele etmek zorunda olan ülkemizde, edebiyatın nasıl bir işlevi olabilir diye sorduğunuzda, işte bu referandum gündeminin ya da AKP, Erdoğan diktatörlüğünün ötesinde bir sorgu ve mücadele alanınız olduğunu söylüyorsunuz demektir.
Diktatörlüğe “hayır” diyenlerin edebiyatın çürümesine karşı da “hayır” demek zorunluluğu arasındaki diyalektik bağı kavramaları yaşamsal önemde. Geleceğimizi kazanma mücadelesini “müptezeller”le yürütemeyiz. Silkinmeye, ayağa kalkmaya, düzeni karşıya alan bir toparlanmaya çağırıyoruz. Ve bu yüzden de düzenlediğimiz edebiyat günlerinin ve burada yürütülecek tartışmaların ülkenin güncel siyasal tablosunun önemli bir parçası olduğunu düşünüyoruz.
Ve karşımızda, hâkim sınıf olarak örgütlenmiş bir sermaye, gericilik, emperyalizm var, AKP onun bugünkü yürütücü eli. Böyle bir güce, sıkı bir örgüte, karşı güçle, karşı örgütlenmeyle, karşı sıkılıkta ve kararlılıkta karşı koyabilir, alt edebilirsiniz. Bu bağlamda, sanat, edebiyat eliyle topluma nüfuz eden bütün alıklaştırıcı, düzen içine çekici, kenarlara itici etkilerle mücadele, siyasetin olmazsa olmazıdır.
Peki ana hatlarıyla neler konuşulacak bu etkinliklerde? Çürüme edebiyatını hangi başlıklar üzerinden anlatacaksınız?
Oturumların başlıklarını, “çürüme edebiyatı”nın yansımaları olarak gördüğümüz bütün kilit noktaları ele alabilmek üzere belirledik. Kuşkusuz, çok daha genişletilebilir, detaylandırılabilirdi. Ama bunlar bir sefere mahsus etkinlikler değil. Sadece başlangıç. Gerek farklı oturum bileşimleriyle gerek yazılı olarak bu alana müdahaleyi kalıcı kılacağız. Ve tabii ki, edebiyatla sınırlamayacağız. Gerek sanatın farklı disiplinleri, gerek sanatın sadece bir parçası olduğu kültürün özellikle gündelik yaşamdaki bütün görüngüleri, bir bütün oluşturacak izlekte ele alınacak.
Oturum başlıkları ve içerikleri, her etkinlik günü öncesinde özet olarak ve sonrasında konuşma özeti olarak yayınlanacak zaten. Ayrıca, soL’da takvim ve oturum başlıkları yayınlandı, muhtemelen bu röportaja da eşlik edecektir. Onun için, bu soruyu, bir alt çizme fırsatı olarak kullanalım.
Nasıl ki, irdelediğimiz “tuhaf muhalifimsi bulamaç”a eleştiri noktalarımızdan biri, en keskinlerinin bile “homurdanmakla yetinmeleri”dir, bizim de bunun karşısında benzer bir tavırla yetinmemiz beklenemez. Neye karşı olduğumuzun, ne kadar bilinse de, bir kez daha neden yana olduğumuzun somut ifadeleriyle tamamlanması gerekiyor.
Gerek konuyla ilgili yazılarla, gerek yazınsal üretimle, bir geleneğin, bir mirasın sahiplenicisi ve geliştiricisi olduğumuzu da göstermenin zamanıdır. Biz bunu, bir örgütlenme olarak algılıyoruz, sadece bireysel üretim ya da teşvik değil. Sanata, özel olarak edebiyata, bir dünyayı değiştirme mücadelesinin, sosyalizmin cephesinden baktığımızı, zenginliğimizin kaynağı olarak ve açıkça ortaya koyuyoruz zaten. Söylediğimiz her söz, bir örgütlenme çağrısının dile gelişi olmalıdır. İsterse “sadece üretmek için” olsun, hiçbir aydının, sanatçının, “kabuğuna çekilme” hakkı olmadığını beyan etmekten geri durmayacağız.
Belki bu konuyu, genişçe ayrı bir bağlamda ele alma fırsatı buluruz.
İzmir’in programı sosyal medya ve diğer kanallar üzerinden kamuoyuna duyuruldu… Bildiğim kadarıyla sırada İstanbul, Adana ve Ankara NHKM’lerde aynı konuda gerçekleştirilecek etkinlikler dizisi var. Nasıl takvimlendirdiniz süreci?
Bu ayın 23’ü ile 26’sı arasında, dört günlük, dokuz oturumluk bir İzmir etkinliği var. Bunu, Mart ayının 9, 11, 16 ve 18’inde dört oturumluk İstanbul ve 25-26 Mart tarihlerinde yine dört oturumluk Adana etkinlikleri izleyecek. Ankara ve Çanakkale için, referandum gündemini ve ülkenin siyasal kompozisyonunu gözeterek, Nisan ayı için bir planlama yapacağız gibi duruyor.
Ama tekrar edelim, bunlar bir dizi etkinliğin “turne”sinden ibaret değil. Deyim yerindeyse, süreklilik gösterecek bir müdahalenin işaret fişekleri. Haliyle, başı sonu belli, tarihlendirilmiş bir şey olarak bakmak doğru olmaz.
İzmir programındaki başlıklara baktığımızda, hayli kapsamlı bir alana girileceği görülüyor. Sefilleşen sanattan tutun da edebiyatta lümpenleşmeye dek, bu çürümenin edebiyat dergilerine yansımasından tutun da şiirdeki duruma dek, eleştiri mekanizmasının çöküşünden tutun da “entel” gıdası dergilere dek… Etkinlikler sonunda elde epey bir malzeme, söylenmiş söz birikmiş olacak belli ki… Bu birikim nasıl değerlendirilecek? Nereye doğru evrilecek bu etkinlikler?
Öncelikle, oturum özetleri, haberleri yayınlanacak, oturumlardan görüntüler paylaşılacak. Asıl olarak da, bu başlıkların her biri, genişlemek ve çeşitlenmek kaydıyla, bir yazılı üretim sürecinin parçası olacak. Buna isterseniz konuyla ilgili, çeşitli yönlerden oluşan bir dosya olarak bakabilirsiniz, ama bu hayli girift olgunun, bir dosyanın rafta yerini almasıyla kapanması olmayacak. Bu sis tamamen dağılana kadar, uzun soluklu bir uğraşa girişiyoruz.
Ha, burada denilebilir ki, bugün gündeme oturan “çürüme”, ne kadar uzun solukludur ki, mücadeleyi, sanki değişmesi zor bir sürecin sürgit parçası gibi tanımlıyorsunuz? Bu doğru ve yerinde bir soru. Açıkçası, kendisini doğuran koşulların da, bu “edebiyat”ın da “hükümranlığı”nın ömrü o kadar değil. Bunları elinin tersiyle itecek, bir kenara fırlatacak günlerin çok uzakta olmadığının bilincindeyiz. Buna öznel bir iyimserlik atfedilebilir, biz tarih bilinci diyoruz. Sosyoloji ve devrimler tarihi diyoruz.
Bununla birlikte, uzun soluklu olması, özellikle 1980’den bu yana, toplum, insan, aydınlar katında benzeri görülmemiş bir tahribat yaşandığının, bilinç bulanıklığının her katmana yansıdığının apaçıklığındandır. Ama değişir, değişecektir, içimiz rahat.
Şöyle bakalım: Hani tarih bilinci dedik ya, ne kadar uzun süreli bir çürütmeye maruz kalmış olursak olalım, bir kefede Aziz Nesin’ler, Orhan Kemal’ler, Sabahattin Ali’ler, Nâzım Hikmet’ler, Can Yücel’ler, Rıfat Ilgaz’lar, Ruhi Su’lar… gördünüz mü, saymakla bitmeyen, apaydınlık tarihimiz, sosyalist birikimimiz, devrimci mirasımız, nitelikli gücümüz var, onların bu topraklara serptiği tohumlar var. Karşı kefede, iktidar beslemeleri ya da salya sümük bir ucuzluk var. Hangi kefenin ağır basacağını bilmek, iyimserlik mi gerçekten? Bugünün karanlığı kalıcı olabilir mi bu ülkede? O klasik ama güzel sloganla da ifade edebilirdik bu edebiyat etkinliklerinin başlığını aslında, ki, söylediğimiz biraz da budur. Yani, kimilerinin kabalık dedikleri sadeleştirmeyle: Yağma yok, sosyalizm var!